Sosyal Medya Mutlu Eder mi?

Schopenhauer’den Zuckerberg’e mutluluk hikayeleri.

İlk gençlik yıllarım boyunca karamsar filozofların etkisine maruz kaldım. Bunda mezunu olduğum üniversitenin tarihsel olarak hep felsefeye yakın duran bir ekolü benimsemesinin payı büyüktü elbette. Tabi eğitim hayatının bize sunduğu şeyin bir ‘kuru yemiş kasesi’nden ibaret olduğunun da farkındayım. Onun içinden fındığı, fıstığı veya kuru üzümü seçen biziz. Ben bu karışık filozof kasesinin içinden genellikle karamsar olanları seçmiş olabilirim.

Örneğin; Arthur Schopenhauer’in mutluluğun süregiden bir durum olmadığı, daha çok “mutsuz olunmayan an”lardan bahsedilebileceğine dair fikirleri çok etkilemişti beni.

Şu güzelliğe bakar mısınız?

“Tüm sınırlamalar kişiyi mutlu kılar. Görme, etki ve temas alanımız ne kadar dar ise o kadar mutlu oluruz. Ne kadar geniş ise o kadar kendimizi azap içinde veya ürkütülmüş hissederiz. Çünkü bu alanın genişlemesiyle birlikte kaygılar, istekler, ürkütücü şeyler de artar ve büyür.” -Arthur Schopenhauer-

Oysa bize hep tersi öğretildi değil mi? Ne kadar çok uyaran, ne kadar az sınırlama olursa o kadar mutlu olacaktık.

İlginç olan şey şu; filozoflar, şairler, sanatçılar yüzlerce hatta binlerce yıl mutluluk üzerine tartıştılar. Sürprize yer yok; bir yere varamadılar. Genellikle varamazlar ve bunu çok da umursamazlar. Ama günümüzde rüzgar biraz tersine dönmüş durumda. Artık mutlu olup olamayacağımızı veya bunun yöntemlerini tartışmıyoruz, amaçsızca buna ulaşmaya çabalıyoruz.

Sığınılan en yaygın limanlardan biri hatta birincisi kuşkusuz sosyal medya araçları. Hem ulaşılması kolay, hem ucuz ve neredeyse sınırları yok. Herkes için bir şeyler var. Dünyanın bütün yemişlerini içinde barındıran devasa bir kuru yemiş kasesi misali, içine dalan herkes kendince bir şeyler bulabiliyor. Her şey basit bir cep telefonuna veya bir bilgisayara bakıyor, o kadar.

Peki, sosyal medya araçları artık hayatımızın ayrılmaz bir parçası. Yeni normal bu, ama bu durum tüm bunları tartışamayacağımız anlamına gelmiyor. Yeni soru ise şu; tüm bu sosyal medya atraksiyonlarının bizim psikolojimiz üzerindeki etkisi nedir? Özünde iyi vakit geçirmek için ‘takıldığımız’ bu mecralar bizi gerçekten mutlu ediyor mu?

Danimarka’daki Mutluluk Araştırmaları Enstitüsü’nden araştırmacılar da bunu merak etmişler ve araştırmaya koyulmuşlar. Araştırmanın ismi: “Does Social Media Affect the Quality of Our Lives?” (Sosyal Medya Yaşam Kalitemizi Etkiler Mi?) 1.095 kişiyle yaptıkları araştırmada katılımcıların bir kısmından rutinde olduğu kadar Facebook hesaplarını kullanmaya devam etmelerini istemişler bir kısmına ise bir nevi Facebook diyeti uygulamışlar.

Sonuçlar çarpıcı; deney sırasında Facebook kullanmaya devam eden katılımcıların, kullanmayı bırakan grup ile kıyaslandığında %55 oranında strese daha yatkın oldukları bulunmuş. Bunun yanı sıra, Facebook kullanmayı bırakan katılımcılar, kullanmaya devam edenlere kıyasla ‘anın tadını’ daha fazla yaşadıklarını belirtmiş (%18).

Bu araştırma sosyal medyanın ana etkilerinden birinin sosyal karşılaştırmalara neden olması olduğunu ortaya koyuyor. Buna göre kişiler, kendi ihtiyaçlarına odaklanmaktansa, diğer insanların nelere sahip olduklarına daha fazla odaklanmaya başlıyorlar. Örnek verecek olursak, sürekli gezdikleri ve mutlu (!) oldukları anlardaki fotoğrafları paylaşan kişileri gören sosyal medya kullanıcıları, kendilerini hep diğer insanlarla kıyaslıyorlar ve yaşamlarını olduğundan daha negatif algılıyorlar.

Bollen ve arkadaşlarının Twitter kullanıcıları üzerinde 2011 yılında yaptıkları bir başka araştırma da bu mutsuzluk durumunun nasıl kronikleştiğini gözler önüne seriyor. Buna göre, mutsuz olan kullanıcılar, kendileri gibi mutsuz olan diğer sosyal medya kullanıcılarını takip etmeye daha yatkınlar. Yani mutsuz kişiler, diğer mutsuz kişileri de içine alan devasa ‘mutsuzluk çemberleri’ oluşturarak bunu besliyor ve sürdürüyorlar.

Bütün bu araştırmaların bizi dönüp dolaşıp, 150 yıl önce yaşamış bilge bir adamın söylediği noktaya getirmesi gerçekten çok çarpıcı. Modern psikolojinin yüksek beklenti düzeyi ve buna erişememenin yarattığı olumsuz duygularla ilgili bulguları veya seçeneklerimizin sayısının artmasının aslında bizi zannettiğimiz gibi mutlu etmediğini ortaya koyan “the paradox of choice” (seçme paradoksu) teorisi de tüm bunları destekliyor. Yani aslında zannedildiğinin aksine maruz kaldıklarımızın sınırlarının genişlemesi bizi mutlu etmiyor.

Peki, çözüm ne veya daha karamsar ifadeyle, bir çözüm var mı? Ne yani, sosyal medya araçlarını kullanmayacak mıyız, bu gerçekçi mi? Tabi ki öyle görünmüyor. Ancak dengeli bir şekilde kullanmak ve / veya bu farkındalıkla hareket etmek işlevsel sonuçlar doğurabilir.  Veya çözüm formülünü yine Schopenhauer’da arayabiliriz. Ne demiş kendileri? İnzivaya çekilin! Tabi eğer başarabilirseniz. Kolay gelsin!

Not: “The paradox of choice” konusunu bir başka yazıda etraflıca ele almak istiyorum. Ama şimdilik meslektaşım Psikolog Barry Schwartz’ın bu konuyu muhteşem bir şekilde anlattığı TED videosu‘nun linki burada dursun. Meraklıları için faydalı olabilir.

Social